laa

laa

Friday 25 August 2023

Bay Thorne'un Veda Mektubu: Trajik Bir Aşk Baladı










“Bu Sözlere Sahip Çıkacak Olana;




   Tüy kalemim parşömenle buluşurken, mürekkebim, düşüncelerim ve anılarımla birleşirken, bir gün bu satırları okuyacak olan, tanımadığım, zaman içinde kadere bağlı bir yabancı olan sizin varlığınızı hissediyorum. Çağlar sonra, varoluşumun mürekkep ve kağıda hapsedilmiş bir parçası olan bu mektubu keşfettiniz. Sözlerimin sizde yankı bulup yılların ötesine geçen bir bağ kurmasını dileyerek, zamanda elimi uzatıyorum.


  Calloway malikanesinin kalbinde, zarafet ve sırların ortasında, ben, Oliver Thorne, kendimi, hayatıma sonsuza dek şekil verecek bir aşk ve trajedi masalının içinde buldum. Ancak, bu hikayenin derinliklerine dalmadan önce, geçmişime bir göz atmama izin verin; beni bu ruhani dramın merkezindeki adama dönüştüren bir geçmişe.


 Mütevazı koşullarda doğdum. Çocukluk günlerim, annemin kahkahaları ve ev yapımı ekmeğinin kulübemizde oluşturduğu rahatlatıcı aroması ile süslendi. O, benim yol gösterici ışığımdı, anlattığı hikayeler beni uzaklara, mütevazı çevremizin ötesinde taşıyordu. Bu hikayeler içimde bir tutku alevlendirmişti; her çevrilen sayfa ile daha da parlaklaşan bir macera ve aşk özlemi. Ancak hikayeleriyle yüreğim coşarken, gerçekliğin sınırları beliriyordu. 

 
  Çoğu zaman penceremizden dışarı bakar, dışarıdaki dünyanın annemin sözlerinde bulduğum harikalarla eşleşip eşleşmeyeceğini merak ederdim. Çok az şey biliyordum. Ama kaderin kendine ait planları vardı ve beni asla hayal edemeyeceğim bir  destana doğru yönlendiriyordu.



 Yetişkinliğe adım attığımda, dünyanın, annemin bana okuduğu hikayelerden daha karmaşık olduğunu gördüm. Ayrıcalık ve gücün, kaderleri belirlediği bir dünya. Ve bir süre sonra kendimi Calloway ailesine hizmet ederken buldum; onurlu ama aynı zamanda da kısıtlayıcı bir hayattı bu. Calloway malikanesinin ihtişamı ve gizemleri hem sığınağım hem de hapishanem olmuştu.

Sonra, kaderin deyimiyle, mülkün sınırları içinde onunla karşılaştım. Malikanenin genç hanımı, Lord Calloway'in soyunun özü - Leydi Victoria… Ah, göğsümde o kabaran ağrı!...              



 Yemyeşil bahçenin ortasında dururken, güneş, onun açık kahverengi saçlarını altın bir haleyle taçlandırıyordu. Öyle nadir güzelliğe ve zarafete sahipti ki. Zarif gülüşü en tatlı melodiyle ruhumun derinliklerinde yankılanan bir senfoniydi. Delici mavi gözleri, dile getirmeye cesaret edemediğim hayallerin vaadini taşıyordu, içimde bir umut ateşini yakan bir vaat. O gün, gökyüzünün altında bir birimize attığımız çalıntı bakışlar, itaatsiz kalbime durması için fısıldadığım her kelime.. ah!… Hepsi ona olan aşkımı derinleştirdi. Varlığıyla, dünyam haline gelen bu malikaneye birden hayat solumuştu. Kalbimin yalnızca ona ait olduğunu biliyordum... 



 
Aylar akıp giderken, beni sonsuz bir coşkuyla sarıyordu. Ancak, aşk masallarının doğasında olduğu gibi, engeller ortaya çıktı... Ve sanki cehennemin tam kalbinden çağırılmış gibi, Lord Theodore Everhart hikayemize girdi. Onun gelişi, hayatımızın üzerine düşen bir gölge, örmeye başladığımız hassas hikayemizi bozan müthiş bir figür gibiydi. Zengin ve ego sahibi bir adam, 





Victoria'nın sevgisini istiyordu. Takıntı sınırında bir aşktı onunkisi, mantığa yer bırakmayan yoğun bir arzu. Victoria'ya olan tutkusu sınır tanımıyor, ona tamamen hükmediyordu. Ona kesinlikle sahip olması gerektiğini ve kendi mutluluğuna giden yolun bir tek bu olduğuna inanıyordu. Onun, her şeyi kapsayan sevgisinden kaynaklanan bu kararlılık, içimde şiddetli bir yangını ateşledi; Victoria'ya aşkın asla zorlanmayacağını veya sahiplenilemeyeceğini göstermeye kararlıydım; yalnızca özgürce alınıp verilebilirdi.



                     
1843 yılının ılık bir bahar öğleden sonrası, Victoria ile beklenmedik, bir şekilde gözlerimiz buluştu. O nazik, derinliklerime işleyen mavi gözleriyle buluştuğum an, aramızda asla tarif edilemez bir bağ oluştu, sanki ruhumun derinliklerine baktı, varoluşumun ta kendisine… ve ruhum bu diyardan ayrıldı… Çekim kuvveti tarafından çekilen gök cisimleri gibi, sıradan tesadüften öte, kısa süreli bu bağlantıda, sanki evren, bakışlarımızı birbirine dolayarak bizi iç içe geçirmeye yemin etmiş gibiydi… Gün, birdenbire güneşin altın rengi fırçasıyla boyanmış ve bizi çevreleyen bu yemyeşil bahçeyi, sıcak ve büyüleyici bir renk veren koca bir başyapıta dönüştürmüştü.


  Kendine güvenen bir cilaya bürünmüş olan Lord Everhart, cüretkar bir meydan okuma sergiledi. Yaklaşımı hem özenle hesaplanmış hem de kasıtlıydı; Sesinde göz ardı edilemeyecek gurur ve kibir melodileri, havada asılı duran bir fırtına gibi hissediliyordu. Her kelimesi adeta tahtında oturan bir monarşın, soylu emirleri gibiydi. Ve böylece etrafımızı saran yemyeşil bahçelerin ortasında eldiven atıldı; bir düelloya davet. Eski geleneklere uygun, kılıçlarla… Sadece cesaretimizi değil, kalplerimizi de sınayacak bir düello... Kararlaşmıştı, kaderim bu gece mühürlenecekti...


   

 Bu geçici bağlantının hassas aralığında, Lord Theodore Everhart beklenmedik bir şekilde zenginlik ve gururla ortaya çıktı, sessiz alışverişimizi kesintiye uğrattı ve duygularımızın üzerine, rahatsız edici bir gölge düşürdü. Dile getirilmemiş bağlantımızı sessizce izlerken sakin ifadesi sertleşti. Kaşları öfkeyle çatıldı, ve kıskançlık, içini bir şimşek gibi kapladı. Kısılmış gözlerinde şüphe, sahiplenme ve nefretin bir karışımı vardı. 






Y
ağmur damlalarının yapraklara nazik bir ritimle vurduğu acımasız gece ilerledikçe, sahne titizlikle hazırlandı; sisle örtülü bir düello alanı. Ambiyans kaderi fısıldayarak beni bekleyen derin karşılaşmayı ima ediyordu. Kısa bir an için, ay ışığı ipeksi açık kahverengi saçlarına doğaüstü bir ışıltı verirken, Leydi Victoria'nın düşünceli yüzünü gördüm. Belli etmemek için özen gösterse de, özgürce nefes almak için çabaladığı açıkça belli oluyordu. İçimde yoğun bir arzu yükseldi; ona teselli vermek için kendi ciğerlerimi göğsümden çıkarabilmeyi delice diliyordum. Başını hafif çevirerek bana baktı. Üzgün gözlerinde, sessizce bu çılgınlıktan kaçmam için bir rica vardı. Ancak ricası sağır kulaklara düştü. Kararım verilmişti; Onun kalbinin sıcaklığı için, kollarımı açarak ölümü, tüm kalbimle kucaklamaya hazırdım. Çünkü onsuz bir yaşam düşüncesi, varoluşumu ölüm kadar anlamsız kılıy
ordu.


 Ay, düello alanına ruhani bir ışıltı saçarken, kılıçlarımızın çarpışması, şiddetli bir öfkeyle başladı. Lord Theodore'un ilk darbesi, dile getirilmemiş duygularının, bizzat kılıcının içinden süzülen bir yansımasıydı. Fakat Victoria'nın gülümsemesine ve kahkahasına dair anılar, bu gece yarışmanın ortasında benim yol gösterici yıldızım olacaktı, v

e öyle de oldu. Her savuşturma ve hamlede, Victoria'ya duyduğum, anlatamadığım aşkı savundum; Gözlerimiz bir kez daha bir anlığına buluştu. Derin bir bağ ve anlayış içeren bir bakışma yaşandı. Ancak, Lord Theodore'un hızlı ve keskin saldırıları buna izin vermeden devam ediyordu. 


 Kendi içimdeki öfkeyle, kılıcımı daha da hızlı sallayarak Lord Theodore'un saldırılarına karşı koymaya devam ettim. Düellonun şiddeti arttıkça, etrafımızdaki her şey bulanıklaşmaya başlıyordu. Bedenimin her zerresinde bir titreme hissediyordum. Her darbe bir öfke çığlığı gibiydi. Kılıçlarımızın çarpışması, çevremizde metalik bir çınlayışla yankılandı. Ruhumda yanan aşk ateşi, her bir hamlemde beni daha da güçlendirdi. 


Sonunda, bir dizi hızlı hamleyle, Lord Theodore'un savunmasını aştım ve kılıcım hedefine ulaşıp omzuna değdi, fakat o kaybetmek niyetinde değildi. Kararlılıkla gözlerimi delip bakan Lord Theodore, beklenmedik bir gülümsemeyle dudaklarını araladı. Bu hareketi beni korkutmuştu. Kalbimin hızla çarpan ritmi, adeta savaşın kendi melodisiydi. Bu gizemli gülümsemenin ardındaki niyeti anlamayadan geleceğin örtüsü aralanıp düellonun sonunun yaklaştığının sinyalini vermeye başladı…

 


Aniden yürek parçalayan bir an oldu - Varlığımı çekirdeğine kadar titreten bir an... Lord Theodore'nin taşıdığı kılıçtan çıkan parıltı, havada Victoria attığı çığlıkla birleşerek, bana doğru hızla ilerledi. Zihnim, cereyan eden bu olayı henüz sindiremezken adımlarımı yavaşça durdurdum, gözlerimi usulca Victoria'ya çevirip baktım. Gözleri göğsümdeki noktaya kilitlenmiş, ifadesi sanki kasvetli bir anıyı canlandıran bir tablo gibi tamamen kas katı kesilmişti. Sakince, başımı gövdemden gelen sıcaklığın istikametine çevirdim. — Kılıç amaçlanan hedefini bulmuştu… Tekrar ona baktım. İkimiz de bu anın ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyorduk. İçimde kızgın bir acı belirmeye başladı. Bu yoğun acı, fiziksel rahatsızlığın ötesindeydi; -- sefil varlığıma bir amaç veren aşkın, yitip gitmesi düşüncesine karşı duyduğum, ruhumu ele geçiren sıkıntının somut bir temsilcisiydi! - "Bu son olamaz..." diye mırıldandım, Ah, gerçekten de öyleydi. Göz açıp kapayıncaya kadar süren savaş sona ermiş ve beni ölümcül bir yarayla terk etmişti. Artık her şey değişmişti… 


 Bedenim nemli zemine çökerken, her aldığım nefes giderek daha zahmetli ve zorlayıcı bir hal aldı. Etrafımdaki dünya yavaş yavaş bulanıklaşmaya ve solmaya başladı. Dönen sisin içinde, Victoria'nın sağır eden çığlıkları ve yürek parçalayan hıçkırıklarının oluşturduğu acı verici senfoni havayı delip geçiyordu. Gözyaşlarıyla ıslanmış ve kızarmış yüzü bu çalkantılı sisin içinden belirsiz bir siluet gibi yavaşça ortaya çıktı. Bana doğru koşmaya yeltendiğinde, Lord Theodore bu hareketini önceden görmüştü ve onu kolundan sertçe kavrayıp, sinirle geriye itti. Sinirden olduğum yerde hareketsizce ve, sadece kısık bir iniltiyle "O’na dokunma!" diyebilmiştim. Kelimeler dudaklarımdan zorlukla dökülürken, içimdeki endişe ve çaresizlik bir araya gelip boğazımda düğümlendi. 



 Gözlerim, onun sinirli bakışlarıyla kilitlenmişken, Victoria içindeki kararlılık ve inançla ani bir hareket ederek bana hızla adım attı, Bedeni, hafif bir sallanışla, yere yatırılmış bir menekşe yaprağı gibi, benim yanıma öylece sessiz ve nazikçe süzüldü. Bir an için hava, donuk bir anlam bekliyormuş gibi titredi. Bu hareket, iki aşkın, iki iradenin ve iki kaderin çarpışmasının bir ifadesiydi. Ve o anın içinde, tüm duygusal fırtınaların yoğunluğuna rağmen, her şey sessizleşmişti, sessiz bir denge vardı. Sanki atmosfer onun acısını ve üzüntüsünü emmiş, sahneye uğursuz bir büyü yapmıştı. Gözlerinin derinliklerine bakınca, sevgininin sınırlarını zorlayan bir aşkın parçasını gördüm. Ellerimle, yüzüne düşen saçlarını nazikçe kenara ittim. Gözleri ağlamaktan şişmiş ve yorgundu. Ona hafifçe gülümsedim, kalan son gücümle acemice “Ruhumun son nefesiyle bile, kalbimdeki sevgi hiç solmayacak, sizinle geçirdiğim her an, bir ömre bedel." dedim. Gülümsedi. Masmavi gözlerindeki kırılganlık ve içtenlikle “Kalbimin derinliklerinde senin için çarpan sevgiyi taşıyarak, sonsuzluğun kollarında buluşacağımızı bilmek umutsuzluğumu aydınlatıyor." Dedi. Yaşam ve ölüm --  ihtiyacım olan tek şey bu farkındalıktı; o kadar derin bir bağlantı ki, ölümlüler alemi bile onu koparamazdı. 


 Lord Theodore uzaktan bizi izleyerek, ancak içinde bulunduğumuz konudan hiçbir şey anlamadan bize, öfke nöbeti geçiriyormuş gibi görünüyordu. Bu olaya tepkisiz kaldı, fakat bana karşı hayatı solmaya başlayan birine karşı acıyan bir bakışı vardı. Yine de muzaffer bir gülümsemeyle, düelloyu kazanan kişi olarak dimdik ayakta dururken, Victoria ile benim aramda oluşan derin bağı asla kavrayamamıştı…Bilincim titreşip yavaş yavaş sisin nazik kucaklamasına teslim olurken, kalbimden derin bir sızı yükseldi. — Victoria'yı ilk ve son kez tutmanın sızısı… Beni çevreleyen dünya uzaklaştı, hatları nazik bir pusla karıştı. Beni tüketen bu ruhani işkence yavaşça kayboldu, yerini sanki kaderin kendisi acımı dindirmek ve beni sakin bir kabule doğru yönlendirmek için merhametli bir el uzatmış gibi beni saran derin bir dinginliğe bıraktı...





 Günler haftalara dönüştü, her geçen an acı ve özlemin ıstırap dolu bir dokusu.. Lanet ettiğim bir perşembe gününde, odamın görüş alanından hol’e doğru, babasının zorlamasıyla Lord Theodore'la evlendirilen Victoria'nın hayatının değişen gidişatına tanıklık ettim. Sis, eski malikaneye yapışmış, kasvetli ruh halimi ve içimde kök salmış duyguları birebir yansıtıyordu.



  Alacakaranlığın soluk ışığında, giderek azalan canlılığımı yansıtan cesur mürekkep darbeleri solarken, kaçınılmaz gerçekle yüzleştim: ölümün kucaklaması…  28 yaşında durduğum bu anı sıkıca sarıyordu. Hayatın kırılganlığı bir zamanlar amaç ile yankılanan kelimelerde yankılanıyordu. Mürekkep ve kağıt da zamanın akışına boyun eğmişti sonunda. Melankoliyle düşüncelerim kristalleşti, içimde yeşeren ve gelişen aşkın büyüklüğü tarafından tüketildi. Son günlerime kadar yüksek sesle dile getirilmeye cesaret edilmemiş ve ruhuma kazınmış bir aşk… Sisin dalları, sanki görünmez eller tarafından yönlendiriliyormuşçasına beni bir kefen gibi sarıyor, vücudumla sis arasındaki sınır giderek bulanıklaşıyordu.


 Gücüm zayıflayıp içimdeki ışık solmaya başladıkça ve kendimi sisin yumuşak kucağına bırakırken, size veda ediyorum, 'uzak gelecekten gelen sevgili dostum. Bu kapanış anlarında kalbim, taşıdığım aşkın hatırasına sımsıkı tutunuyor. Düşüncelerimin uzantısı olan kalem elimden kayarken, altındaki parşömen, bitmemiş bir anlatının kanıtlarını taşıyordu. Bilincimin gizemli sisle bütünleştiği ve sonsuzluğun kucaklaşmasının beni çağırdığı bu kısacık son anlarda, sessiz bir dua sundum; içimde büyüttüğüm bu aşkın sonsuz senfonisinin, çağlar boyunca yankılanmasını fısıldayarak yalvardım. Zamanın sayfaları bu sevginin yankısını, alemlerde ebedi bir fısıltı ile korusun. Bilinmeyenlerin gizemlerinin ortasında bile aşkımın sarsılmadan durduğunu bilerek, kaderin gidişatı kalbinize teselli sunsun, sevgili dostum.



 Ben, iki dünya arasında kalmış, varoluşun kırılgan ipiyle yaşayanlar alemine bağlı bir adamdım. Varlığıma anlatılamaz bir amaç duygusu bahşeden en seçkin ruha karşı derin bir sevgi besledim yüreğimde. Her kalp atışımda sonsuza dek onun adı vardı...